18.05.2014

Özgürlüğün hemşehrin çıkması

Sonsuzluk dünyanın en rahatlatıcı şeyi olmalı. Kozmos karşısındaki küçüklüğümüz, hiçliğimiz, eksikliğimiz... Neyi bekliyoruz, elimizde taşıdığımız çay bardağının düşmesini ve büyük ihtimalle kırılmasını... Ama yine de çay içmeye devam ediyoruz, kimimiz tavşan kanı ve demli yudumluyor; kimimiz korkak, sulandırılmış, üflenip soğutulmuş paşa çayları içiyor. Herkes ne isterse onu! Bundan daha büyük adalet olabilir mi?

Özgürlük tam bulunduğun o yerde halbuki, hep seninle; şikayet etme hakkın yok, hayalini kurduğun şey başka zaman ya da coğrafyalarda namevcut. Zaman sana sunulmuş tepside kırılgan bir armağan, içilsin diye bekliyor...

Memleketten, insandan, dünyadan kusurlar bulup, türlü bahanelerle şikayetlenmek kolay iş. Kahramanlar bulmak, onlar üzerinde ideal dünyalar inşa etmek, sonra hemen şimdi ve burada olana lanet etmek de kolay.


En başından lanet, berbat bir yer burası halbuki. Ama sen bu lanete meydan okuyamıyorsan, her kılıç darbesine karşılık yumruk sallayamıyorsan... Ki bu yumruk çok zaman kendi göğsüne daldırdığın sessizliktir, ha. İçi meyhanelerden, barlardan, klablardan, kiliselerden, camilerden çok daha “yaşam dolu”, kalabalıklardan uzak bir kulübedir... Öyle ki her çıktığında kulübenden, o başkalarına değil ama bir ıslık çalıp da  – çok zaman bir güvercin tedirginliğinde  de olsa – tüm evrene karışmayı arzularsın; ey sonsuzluk dersin, ey fanilik ve kırılganlık, işte ben geldim, naber lan?... Sonra üç gram aklın varsa, Gılgameş’in budalalığına katıla katıla gülersin. Akıl filan da kalmaz böylece.